18 Haziran 2021 Cuma

Hayatın Anlamı ve Anlamsallığı Üzerine

Yaşamak için anlam yaratmak gerekir. Anlam kendiliğinden oluşan bir şey değil, öznel dünyada yaratılan bir fenomendir. Anlam, anlamsızlıktan kaçıştır. Bir tek var olmak isteyenlerin anlamları vardır. Anlamsızlık, yaşamın yaşanmaya değer olmadığı sonucuna varır. Anlamı imha eder. Anlam bizatihi olumsuzdur, tıpkı istenç gibi. Anlamsızlık içe kapanmayı telkin eder. Hakiki huzurun iç dünyada var olduğunu ve dış dünyayı umursamanın bir anlamı olmadığını dile getirir. Burada sahte bir huzur, sahte bir var oluş vardır. Bu tam olarak anlamsızlığın kutsanmasıdır. Anlamsızlık, kendi başına bir anlam olmuştur. Bu anlam sahte bir anlamdan başka bir şey değildir. Kendi kendini tüketen ve imha eden bir anlam. Bir dekadanstır! Dekadansın zehri nihilizm ile mümkündür. Nihilizm, anlamın olumsuzlanmasıdır. Nihilizmi nihilizm yapan anlamsızlığa dair mutlak bir inançtır.


Başta dediğim gibi, yaşamak için anlam yaratmak gerekir. Anlam, öznel bir süreçtir. Hayatın mutlak bir anlamı olmasa bile kategorik olarak anlamsız olduğu sonucunu çıkaramayız. Anlam, dışsal dünyada anlamını bulan bir anlamsallıktır. Hayatın mutlak bir anlamı yoktur, anlamsallığı vardır. Anlamsallık, öznel süreçlerle oluşan tekilliktir. Çoğulluğu içinde barındıran bir tekillik. Anlamsallığı dışsal dünyadan bağımsız düşünmek kendi içinde çelişkiyi barındırır. Çünkü anlamsallık, dışsal dünyada kendini var eden, edilgen yerine etkin olan, durağan yerine devinen, var olma çabasıyla anlamsallığını aktüelleştirendir. Anlamsallık keder ile değil, neşeyle ortaya çıkar. Bir olumlama nesnesi olarak neşe, yaşamı gerçek anlamıyla anlamlandıran, onu çilecilikten kurtaran bir panzehirdir. Yaşama gerçek değerini vererek anlamı anlamsallaştırır.


Hayatın anlamı mutlak olmadığı için olumsuzlanmaya eğilimlidir. Ama hayatın anlamsallığı bizatihi olumlanmıştır. Anlamın gerçek değeri olumlamayla ortaya çıkmıştır. Anlam böylelikle anlamsallık olmuştur.

20 Mayıs 2021 Perşembe

Dostluk Üzerine

Dostluk-oluş. Dostluğun bir oluş, bir süreç, bir devinim olduğunu açığa çıkarır. Dostluk bir anda ortaya çıkmaz, dostluk zamana yayılmadır, zamanla oluşmadır. Oluşla ortaya çıkar, oluşla başlar, oluşla biter. Ama oluşsuz dostluk yoktur, oluştur dostluğu açığa çıkaran.

Dostluk, aynı tine sahip olan öznelerin farklı-oluşuyla açığa çıktığı bir görüngüdür. Bu anlamda dostluk, birbirini rastlantısal olarak bulan tekilliklerin olumlanmasıdır. Dostluk, iyi gün kötü gün ayırdında bulunmaz, çünkü dostluk nosyonunda iyi ve kötü arasında bir karşıtlık yoktur. İkisi de dostluk kavramında aynı şeye tekabül etmektedir. Dost, iyi günde yanındaysa, kötü günde de yanındadır, kötü gününde yanındaysa, iyi günde her türlü yanında olacaktır. Ama aslolan kötü gündür, çünkü kötü günde gerçek ile yalan olgusu kategorik olarak kendini açığa çıkaracaktır.

Dostluk, her şeyden önce bir olumlamadır. Çünkü farklılıkları açığa çıkarır. Dostluk, dostunu olduğu gibi kabul etmek, yeri geldiğinde yanlış gördüklerini eleştirmektir. Tinsel bir bağdır dostluk. Fiziksel bir görüngü olarak ortaya çıkan ama tinsellikten soyutlanmayan bir bağ. Kendini her daim yenileyen, olumlayan çoklu bir bağ, fenomenal bir bağdır. Gerçek dostluk tam anlamıyla budur.

Dostluk, personaları çıkarmaktır, kendin olmaktır, sahte olan şeylerden arınmaktır. Dostluk, kendi içinde doğaldır, yapaylık barındırmaz. Dostluk, özü gereği yabancı değildir, yabancı olduğu şey, kendine yabancılaştıran siyasi kurumlardır. Dostlar, yabancılaşmanın nedeni ve sonucunun farkındadır. Dostluğu ortaya çıkaran şey, aynı zamanda nedenleri ve sonuçları irdelemek ve ona göre edimsellikte bulunmaktır. Dostluk kapsamlıdır. Ama her şeyden önce pasif değildir, aktiftir. Durağan değildir, devinimseldir. Aşkın değildir, içkindir.

Dostluk, apolitik değildir. Her şey gibi dostluk da politiktir. Çünkü toplumsal sahaya inmiştir. Somutlaşmıştır. Kendini toplumsal sahada açığa çıkaran, varlıkta oluşan bir şeydir dostluk. Heideggerci bağlamda "Varolan"dır. Dostluk, politik-ontoloji de kendini açığa çıkaran bir Güç İstencidir. Çünkü yaratımdan, oluşumdan, mücadeleden, olumlamadan, arzudan neşeden, devinimden kaynaklanan bir fenomendir. Dostluk, hepsini içinde barındıracak kadar kapsamlı bir nosyondur. Dostluğu politik olandan soyutlamak, yaşamdan soyutlamaktan farksızdır.

15 Mayıs 2021 Cumartesi

İtaatsizlik Üzerine

İtaat bir erdem midir? Bu soruya verilecek yanıt net olmalı: Hayır! Çünkü itaat bir erdem doksasına bürünmüş ve empoze edilmiştir. İtaat gerekçesizdir, çünkü dekadanstan başka bir şey değildir. İtaat isteyen kişi, boyun eğdirmek, tahakküm altına almak, salt bedene değil tine de hükmetmek ister. Bir bütün olarak egemenliği altına aldığı köleyi biçimlendirir. Peki itaatsizlik bir erdemsizlik midir? Bu soruya verilecek yanıt da net olmalı: Hayır! Çünkü itaatsizlik, insanı insan yapan (insani özü kastetmiyorum), başkaldıran, itiraz eden, susmayan, mücadele eden bir özneye dönüştürür. Bu da doğal olarak etik ve politik bakış açımızı oluşturur. Oluşturur dememin sebebi, bunun bir oluş ve süreç işi olduğunu, devinimsel olduğunu gösterdiği içindir. Hiçbir şey bir anda olmaz, hemen her şey oluşun ürünüdür, itaatsizlik bile.

İtaatsizlik, kendinde şey değildir, kendinde içkinliktir. Örneğin tanrı idesini yadsıdığımız zaman onun otoritesini kategorik olarak hiçe saymış oluruz. Ama en çok papazların, rahiplerin, imamların otoritesini hiçe saymış oluruz. Bununla birlikte, Nietzsche'nin, "Deccal" eserinde ruhban takımını yerden yere vurduğunu unutmayalım.

Otoriteyi sağlama almanın en basit yolu uhrevi ve dünyevi kutsalları kullanmaktan geçmektedir. Avama hitap eden uhrevi ve dünyevi hatipler, onların dini ve milli duygularını kullanarak sömürebilir, biat ettirebilir, aptallaştırabilir, arzusunu kapabilir. Çünkü varoluş nedeni tam olarak budur. İtaat ettirmek, itaat ettiremediğine yaşamı zindan etmek, ideolojik aygıtları devreye sokarak zorbalık yapmak, egemen sınıfın ideolojisi bundan başka bir şey değildir. Zorbalığı yasallaştıran şey, tiranın sınıflı toplum içinde aldığı statü ya da dünyevi tanrılık, hukuk aygıtını kendi arzularına göre yontmasıdır (Thomas More bir hukukçu olarak "Utopia" eserinde bunu sert bir şekilde eleştirmiştir).

İtaatsizlik, politik, ontolojik, etik bir sorundur. Felsefi bir sorundur itaatsizlik. Neden itaat etmeliyim ya da etmemeliyim diye sorar ve bunu ussal olarak gerekçelendirir. Us burada pasif bir işlev görmekten ziyade aktif bir işlev görmektedir, çünkü us içkin dünyada soyut olanı temsil etmemektedir, temsil ölmüştür. Us, somut bir dünyada itaatsizliğin nedenlerini ortaya koyar, itaat etmenin ise irrasyonel oluşunu gözler önüne serecek bir işlev edinmiştir. Çünkü us, doksadan arınmıştır, bu arınma içkin dünyada oluşan bir fenomenden başka bir şey değildir.

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Yalnızlık Üzerine Bir Deneme

Yalnızlık, kişinin kendi oluşunu olumlamasıdır. Tek başına kalması değil, kendini olumlamasını, kendini kendinden yola çıkarak oluşturmasıdır. Yalnızlık bir terk ediliş değil, terk etmektir. Yerleşik olana sırtını dönmek, kendini baştan aşağı yaratmaktır. Kendini yaratabilendir yalnız olan kişi ve kendini kendi içinde olumlayarak varoluşunu sürdürür. Her şeyden önce yalnızlık, güçlü olan özneler de tezahür eder. Yalnız olan özneler, yalnız kalmış kişiler değil, söylemleri ve eylemleriyle yerleşik olana başkaldırmış öznelerdir. Yerleşik olana başkaldırmak zayıfların değil, güçlülerin edimidir. Edimselliğin aktüel oluşudur. Tekilliklerin yalnızlığı çokluklar içerisinde ortaya çıkar. Yalnız olmak hiçbir zaman tam anlamıyla yalnız olmamaktır. Yalnızlığı paylaşmak ve yalnız olmadığımızı tekrar etmek ve bunu fark olarak olumlamaktır. Yalnızlık, olumlamaktır. Olumsuzlanan bir yalnızlığın sonu çileci ve yazgıcı bir nihilizme varır. Olumsuzlama özünde hiçleşmektir. Yalnızlığın hiçleşmesi, yalnızlığın imha olmasıdır. Hâlbuki yalnızlık imha olmaz, kendini var eder, yeğinlik olarak güç derecelerinde ortaya çıkar. Yalnızlık, bir Güç İstencidir. Yalnızlık, bir Conatus'tur. Kişilerin kendi varoluşunu sürdürmesi ve edimselliği ile ortaya çıkar. Yalnızlık, her şeyi içinde barındırabilir, hiçlik hariç. Yalnızlık yoksa, hiçbirimiz yokuz. Ne ben ne sen ne o ne biz ne siz ne de onlar. Hiçbirimiz. Çünkü hepimiz öyle ya da böyle yalnızız. Ve yalnız olmayı ama yalnızlığımızın yalnız olmayışının farkında olmalıyız. Yalnız olan salt seçkin bir deha değil, sınıf bilinci olan bir proleterdir. Yalnız olan mücadele edendir, mücadele ederek varolandır. Gerek politik bir eyleme katılarak, gerek ise varoluşsal sancılarıyla bunalım geçiren bir özne bile mücadelenin içindedir. Mücadele tek bir yere ait değil, tıpkı yalnızlık gibi çoklu yerlerdedir. Yalnızlık gibi mücadele de her yerdedir. Schelling'in dediği gibi: "(...) mücadelenin olmadığı yerde, yaşam yoktur."[1]


[1] F.W.J von Schelling, İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine, Ayrıntı Yayınları, s. 94

28 Ekim 2020 Çarşamba

Bir Kaçış Çizgisi Olarak Kitaplar

Kitaplar, yaşamsal perspektifimizi radikal şekilde değiştirecek kadar güçlü bir etkiye sahiptir. Bizi yanılsamalarımızdan kurtarıp dünyaya farklı pencereden bakmamızı sağlayan bir olgudur. Kitapların etkisinin kişiye göre izafi olması bir tarafa düşünme yetimizin önünü açtığını ve muhayyilemizi geliştirdiğini yadsıyamayız. Bununla birlikte, kitap kurdu olanların "derin düşünme" yetisine sahip olduğu tezini kabul etmemiz olanaksızdır. Keza derin düşünmek için kitap kurdu olmaya gerek yoktur. Schopenhauer'in söylediklerine kulak vermek gerekir: "Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir."(1)

Kitapların çarpıcı etkisi düşünmenin fitilini ateşlemesidir. Bunu söylerken, "kitaplar olmasaydı düşünemezdik" diye bir iddia da bulunmuyorum. Ama kitaplar olmasaydı, insanların sığlığından, yüzeyselliğinden, vasatlığından kaçmak için kitaplar kadar yararlı bir kaçış çizgisi bulamayacağımızı ifade ediyorum. Bunun yanında filmleri ve müzikleri eklemekte bir sakınca yok.

Kitapları bir meta olarak ele almamızın olanaksız olduğunu, çünkü kitapların tüketilen bir şey olmadığını, yıllar önce kütüphaneye koyduğumuz bir kitabı açıp tekrar okuyabileceğimizi vurgulamaya gerek duyuyorum. Böylelikle kitapların meta olarak ele alınmasını, yani tüketim nesnesine indirgenmesini yanlış bir akıl yürütme olarak görüyorum.

Kitaplar, kaçış çizgisi olarak dünyadan kaçmayı değil, insanların genel yozlaşmasından kaçmayı gerektirir. Eğer okuduğumuz kitap bizi kendine çekebiliyor ve insanların bayağılıklarından uzaklaştırabiliyorsa, kaçış çizgisi işlevi var demektir. Ama eğer çekemiyorsa, o kitabı fırlatıp atmakta bir beis yoktur. Çünkü zaman kıymetli bir fenomendir.

Kitaplar, bağırır-çağırır, örneğin bir roman kitabı muhayyilemizin altına üstüne getirir. Kuramsal yapıtlarda olduğu gibi bir paragrafı bin kere okumamıza gerek yoktur. Roman akıcıdır. Bir itirafta bulunmak gerekirse, romanların felsefi yapıtlardan daha etkili olduğunu düşünüyorum. Felsefi yapıtların değerini azaltmak gibi bir niyetim yok. Ama romanların yanında felsefi yapıtların terminolojik zorluğu içerdiğini yadsıyamam. Felsefi yapıtları bir kaçış çizgisi olarak değil, "kuramsal çizgi" olarak adlandırmak gerektiği kanısındayım. Peki bu ne demek? Geçmişte yaşamış filozofların ortaya attığı düşünceler, kuramlar ve terimlerin sistematikleşmiş çizgisi ve onunla gelen yaratım olgusu.

(1) Arthur Schopenhauer - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Say Yayınları, s. 62




27 Eylül 2020 Pazar

Felsefenin Yaşama İnmesi Üzerine Bir Deneme

Felsefeyi teorik bilgiye indirgemek, felsefeye yapılan en büyük ihanetlerden biridir. Peki felsefeyi salt etimolojik tanımıyla ele alıp, bilgiyi ve bilgeliği sevmeye indirgeyenlere ne demeli? Felsefeyi yaşamdan soyutlayarak onu diri diri mezara gömmüş olmuyormuyuz? Pratikten yoksun bir felsefe, ölü düşünceler yaratmaz mı?

Bu soruları sormak mühim bir şey çünkü felsefenin yaşamsal işlevini saptamadan, felsefeyi farkında olmadan majör bir düşüncenin hizmetine sokmuş oluyoruz. Felsefe diye bir şey var, evet, ama neye ve hangi egemen güce hizmet ediyor?

Felsefeyi apolitize etme çabası boş ve anlamsız bir çabadır. Kişisel olan her şey politik olduğu gibi felsefeyi de politik olandan bağımsız bir şekilde düşünmek olanaksızdır. Felsefeyi tehlikeli hâle getirmedikten sonra akademik unvana sahip "kitap yüklü eşek" diyebileceğimiz akademisyenler/entelektüeller gözümde pek saygıya değer görünmüyor. Tüm akademisyenleri kast ettiğimi düşünmeyin. Kitap yüklü eşek derken, "entelektüel gevezelik yapan" akademisyen tipolojisini kast ediyordum. Bu yazıyı biraz da onları kışkırtma amaçlı yazdığımı itiraf etmeden geçemeyeceğim.

Evet, ne diyorduk? Felsefeyi tehlikeli hâle getirmeyi, yaşama indirmeyi, praksis felsefesine vurgu yapmanın önemini hâlâ kavrayabilmiş değiliz. Kitaplardan öğrendiğimiz şeyler, kendi başına yeterli bir fenomen değil.

Anlığımızda bir sürü düşünce yaratabiliriz, düşünce vardır, ama kendinde vardır. Dışsallaşmadığı sürece ölü bir düşünce olarak kalacaktır. Dışsallaştıktan sonra ise politik bir işleve sahip olacaktır. Burada dikkat çekmemiz gereken şey ise, düşüncenin pratiğe aktarımında neyin ölçü alınacağıdır. Minör müdür, majör müdür? Dışlayıcı mıdır, kapsayıcı mıdır? Arzuya hitap ediyor mu, etmiyor mu? Bu soruları sormadıktan sonra praksis felsefesini farkında olmadan majör bir temele oturtmuş olacağımızı sanıyorum.

Felsefe minör olanı yani azınlığı esas alıp, kolektif bir şekilde mücadele edildiğinde ölü düşünceden kurtulacak bir işleve sahiptir. Camus'nün "Başkaldıran İnsan"da dediği gibi: "Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri."(1) Felsefe "hayır" demektir, hayırdan kasıt zorbalık ve tahakküme yapılan kolektif bir başkaldırıdır. Felsefe salt yaşam karşısında "evet" dediği (olumladığı) zaman zorbalığa karşı "hayır" diyebilir.

İtirazlarınızı şimdiden duyabiliyorum. Ama bu felsefe değil ki diyeceksiniz. Evet, bu sizin felsefeniz değil, ezilenlerin felsefesidir. Minör oluşların politik ontolojisidir. Arzuya hitap eder, farklılıkları olumlar, anti-hiyerarşik ve anti-devletçidir. Platon'un sınıfsal aristokratik devletine karşı olduğu gibi, Thomas More'un ütopik sosyalist devletine de karşıdır. Minör oluşların bir özünden söz edemeyiz, minör olan komünal olandır. Tekillik içinde çokluğu barındırır. Çokluğun olmadığı yerde sürüleşmeden başka bir şey yoktur. Felsefe bu çokluğun yaşamsal işlevini kolektif bir şekilde irdeler, çünkü felsefe bizatihi politiktir.


(1) Albert Camus, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, Syf: 23


26 Ağustos 2020 Çarşamba

Arzu'nun Felsefesi / Politikası

Arzu, varlığa içkin bir kavramdır. Bu kavramsallığın kendisinde yaşamın tezahürü ortaya çıkar. Arzu, aşkınlaşmaya başladığında hiçleşmekte ve pasifleşmektedir. Böylelikle Arzu'nun yaşamsal düzlemde bir işlevi kalmamakta ve çileci bir olguya dönüşmektedir. Arzu'nun bir özü yoktur. Özcülük bir yanılsamadır. İktidar gibi kapma aygıtları, bireylerin Arzu'sunu kaptığında  kitleler faşizmi arzularlar. Bu kapma aygıtı karşısında kaçış çizgileri oluşturmak gerekecektir. Hiyerarşik ve devletçi mekanizmalar karşısında Arzu özgürleştirici bir potansiyele sahip olmalıdır. Eğer Arzu bireyselliğe hapsolursa -ve kendini devindirecek güce sahip olamazsa-, bir fantazmdan ibaret kalacaktır. Arzu hiçbir ideolojik kurumun esiri değildir, ama ideolojik kurumlar tarafından esirleştirilir. Despotik kurumların altında yeniden biçimlendirilir. Kolektif bir eyleme karşı lacivert ordusunu 'hazır ol'da bekletir. Böyle bir durumda nasıl bir praksis ortaya koyulabilir?

Minöriter bir başkaldırıyı yadsımak olanaksızdır. Saltık bir şey varsa eğer, o da minörün başkaldırısıdır. Minör oluşumları dışlamak bir tutarsızlıktır. Eğer azınlık değil de çoğunluk önemseniyorsa, orada devrimci-oluştan söz edilemez. Devrimci, dışlayıcı değil kapsayıcıdır, olumsuzlayıcı değil olumlayıcıdır. Tabii ki bu herkesi olumlamak anlamına gelmez.

Praksisin önemselliği minör oluşumlara yapılan vurguda yatar. Eğer devrimci yapay yeryurtların esiri olursa, Arzu'sunu özgürleştiremeyecektir. Böylelikle bir partinin ve sendikanın egemenliği altına girecektir. Halbuki Arzu, yapay yeryurtlara ihtiyaç duymayacak kadar özgür ve göçebedir.

Arzu ya devrimci oluştur ya da faşist oluş. İlki savaş makinesine, diğeri ise merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Arzu kavramı üzerine yoğunlaşan Deleuze ve Guattari, felsefi olduğu kadar politik bir Arzu teorisi ortaya koydular. Böylelikle Arzu'yu özgürleştirmenin önünü açarak hiyerarşik yapılara karşı bir kaçış çizgisi oluşturdular.