28 Ekim 2020 Çarşamba

Bir Kaçış Çizgisi Olarak Kitaplar

Kitaplar, yaşamsal perspektifimizi radikal şekilde değiştirecek kadar güçlü bir etkiye sahiptir. Bizi yanılsamalarımızdan kurtarıp dünyaya farklı pencereden bakmamızı sağlayan bir olgudur. Kitapların etkisinin kişiye göre izafi olması bir tarafa düşünme yetimizin önünü açtığını ve muhayyilemizi geliştirdiğini yadsıyamayız. Bununla birlikte, kitap kurdu olanların "derin düşünme" yetisine sahip olduğu tezini kabul etmemiz olanaksızdır. Keza derin düşünmek için kitap kurdu olmaya gerek yoktur. Schopenhauer'in söylediklerine kulak vermek gerekir: "Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir."(1)

Kitapların çarpıcı etkisi düşünmenin fitilini ateşlemesidir. Bunu söylerken, "kitaplar olmasaydı düşünemezdik" diye bir iddia da bulunmuyorum. Ama kitaplar olmasaydı, insanların sığlığından, yüzeyselliğinden, vasatlığından kaçmak için kitaplar kadar yararlı bir kaçış çizgisi bulamayacağımızı ifade ediyorum. Bunun yanında filmleri ve müzikleri eklemekte bir sakınca yok.

Kitapları bir meta olarak ele almamızın olanaksız olduğunu, çünkü kitapların tüketilen bir şey olmadığını, yıllar önce kütüphaneye koyduğumuz bir kitabı açıp tekrar okuyabileceğimizi vurgulamaya gerek duyuyorum. Böylelikle kitapların meta olarak ele alınmasını, yani tüketim nesnesine indirgenmesini yanlış bir akıl yürütme olarak görüyorum.

Kitaplar, kaçış çizgisi olarak dünyadan kaçmayı değil, insanların genel yozlaşmasından kaçmayı gerektirir. Eğer okuduğumuz kitap bizi kendine çekebiliyor ve insanların bayağılıklarından uzaklaştırabiliyorsa, kaçış çizgisi işlevi var demektir. Ama eğer çekemiyorsa, o kitabı fırlatıp atmakta bir beis yoktur. Çünkü zaman kıymetli bir fenomendir.

Kitaplar, bağırır-çağırır, örneğin bir roman kitabı muhayyilemizin altına üstüne getirir. Kuramsal yapıtlarda olduğu gibi bir paragrafı bin kere okumamıza gerek yoktur. Roman akıcıdır. Bir itirafta bulunmak gerekirse, romanların felsefi yapıtlardan daha etkili olduğunu düşünüyorum. Felsefi yapıtların değerini azaltmak gibi bir niyetim yok. Ama romanların yanında felsefi yapıtların terminolojik zorluğu içerdiğini yadsıyamam. Felsefi yapıtları bir kaçış çizgisi olarak değil, "kuramsal çizgi" olarak adlandırmak gerektiği kanısındayım. Peki bu ne demek? Geçmişte yaşamış filozofların ortaya attığı düşünceler, kuramlar ve terimlerin sistematikleşmiş çizgisi ve onunla gelen yaratım olgusu.

(1) Arthur Schopenhauer - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Say Yayınları, s. 62




27 Eylül 2020 Pazar

Felsefenin Yaşama İnmesi Üzerine Bir Deneme

Felsefeyi teorik bilgiye indirgemek, felsefeye yapılan en büyük ihanetlerden biridir. Peki felsefeyi salt etimolojik tanımıyla ele alıp, bilgiyi ve bilgeliği sevmeye indirgeyenlere ne demeli? Felsefeyi yaşamdan soyutlayarak onu diri diri mezara gömmüş olmuyormuyuz? Pratikten yoksun bir felsefe, ölü düşünceler yaratmaz mı?

Bu soruları sormak mühim bir şey çünkü felsefenin yaşamsal işlevini saptamadan, felsefeyi farkında olmadan majör bir düşüncenin hizmetine sokmuş oluyoruz. Felsefe diye bir şey var, evet, ama neye ve hangi egemen güce hizmet ediyor?

Felsefeyi apolitize etme çabası boş ve anlamsız bir çabadır. Kişisel olan her şey politik olduğu gibi felsefeyi de politik olandan bağımsız bir şekilde düşünmek olanaksızdır. Felsefeyi tehlikeli hâle getirmedikten sonra akademik unvana sahip "kitap yüklü eşek" diyebileceğimiz akademisyenler/entelektüeller gözümde pek saygıya değer görünmüyor. Tüm akademisyenleri kast ettiğimi düşünmeyin. Kitap yüklü eşek derken, "entelektüel gevezelik yapan" akademisyen tipolojisini kast ediyordum. Bu yazıyı biraz da onları kışkırtma amaçlı yazdığımı itiraf etmeden geçemeyeceğim.

Evet, ne diyorduk? Felsefeyi tehlikeli hâle getirmeyi, yaşama indirmeyi, praksis felsefesine vurgu yapmanın önemini hâlâ kavrayabilmiş değiliz. Kitaplardan öğrendiğimiz şeyler, kendi başına yeterli bir fenomen değil.

Anlığımızda bir sürü düşünce yaratabiliriz, düşünce vardır, ama kendinde vardır. Dışsallaşmadığı sürece ölü bir düşünce olarak kalacaktır. Dışsallaştıktan sonra ise politik bir işleve sahip olacaktır. Burada dikkat çekmemiz gereken şey ise, düşüncenin pratiğe aktarımında neyin ölçü alınacağıdır. Minör müdür, majör müdür? Dışlayıcı mıdır, kapsayıcı mıdır? Arzuya hitap ediyor mu, etmiyor mu? Bu soruları sormadıktan sonra praksis felsefesini farkında olmadan majör bir temele oturtmuş olacağımızı sanıyorum.

Felsefe minör olanı yani azınlığı esas alıp, kolektif bir şekilde mücadele edildiğinde ölü düşünceden kurtulacak bir işleve sahiptir. Camus'nün "Başkaldıran İnsan"da dediği gibi: "Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri."(1) Felsefe "hayır" demektir, hayırdan kasıt zorbalık ve tahakküme yapılan kolektif bir başkaldırıdır. Felsefe salt yaşam karşısında "evet" dediği (olumladığı) zaman zorbalığa karşı "hayır" diyebilir.

İtirazlarınızı şimdiden duyabiliyorum. Ama bu felsefe değil ki diyeceksiniz. Evet, bu sizin felsefeniz değil, ezilenlerin felsefesidir. Minör oluşların politik ontolojisidir. Arzuya hitap eder, farklılıkları olumlar, anti-hiyerarşik ve anti-devletçidir. Platon'un sınıfsal aristokratik devletine karşı olduğu gibi, Thomas More'un ütopik sosyalist devletine de karşıdır. Minör oluşların bir özünden söz edemeyiz, minör olan komünal olandır. Tekillik içinde çokluğu barındırır. Çokluğun olmadığı yerde sürüleşmeden başka bir şey yoktur. Felsefe bu çokluğun yaşamsal işlevini kolektif bir şekilde irdeler, çünkü felsefe bizatihi politiktir.


(1) Albert Camus, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, Syf: 23


26 Ağustos 2020 Çarşamba

Arzu'nun Felsefesi / Politikası

Arzu, varlığa içkin bir kavramdır. Bu kavramsallığın kendisinde yaşamın tezahürü ortaya çıkar. Arzu, aşkınlaşmaya başladığında hiçleşmekte ve pasifleşmektedir. Böylelikle Arzu'nun yaşamsal düzlemde bir işlevi kalmamakta ve çileci bir olguya dönüşmektedir. Arzu'nun bir özü yoktur. Özcülük bir yanılsamadır. İktidar gibi kapma aygıtları, bireylerin Arzu'sunu kaptığında  kitleler faşizmi arzularlar. Bu kapma aygıtı karşısında kaçış çizgileri oluşturmak gerekecektir. Hiyerarşik ve devletçi mekanizmalar karşısında Arzu özgürleştirici bir potansiyele sahip olmalıdır. Eğer Arzu bireyselliğe hapsolursa -ve kendini devindirecek güce sahip olamazsa-, bir fantazmdan ibaret kalacaktır. Arzu hiçbir ideolojik kurumun esiri değildir, ama ideolojik kurumlar tarafından esirleştirilir. Despotik kurumların altında yeniden biçimlendirilir. Kolektif bir eyleme karşı lacivert ordusunu 'hazır ol'da bekletir. Böyle bir durumda nasıl bir praksis ortaya koyulabilir?

Minöriter bir başkaldırıyı yadsımak olanaksızdır. Saltık bir şey varsa eğer, o da minörün başkaldırısıdır. Minör oluşumları dışlamak bir tutarsızlıktır. Eğer azınlık değil de çoğunluk önemseniyorsa, orada devrimci-oluştan söz edilemez. Devrimci, dışlayıcı değil kapsayıcıdır, olumsuzlayıcı değil olumlayıcıdır. Tabii ki bu herkesi olumlamak anlamına gelmez.

Praksisin önemselliği minör oluşumlara yapılan vurguda yatar. Eğer devrimci yapay yeryurtların esiri olursa, Arzu'sunu özgürleştiremeyecektir. Böylelikle bir partinin ve sendikanın egemenliği altına girecektir. Halbuki Arzu, yapay yeryurtlara ihtiyaç duymayacak kadar özgür ve göçebedir.

Arzu ya devrimci oluştur ya da faşist oluş. İlki savaş makinesine, diğeri ise merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Arzu kavramı üzerine yoğunlaşan Deleuze ve Guattari, felsefi olduğu kadar politik bir Arzu teorisi ortaya koydular. Böylelikle Arzu'yu özgürleştirmenin önünü açarak hiyerarşik yapılara karşı bir kaçış çizgisi oluşturdular.